DEĞİŞEN COĞRAFYA VE MİRYOKEFALON SAVAŞI - Ramazan TOPRAKLI
Ramazan Topraklı’dan Tarihe Işık Tutan Bir
Eser
Osman OKTAY
Ramazan Topraklı’dan Tarihe Işık Tutan Bir
Eser:
“DEĞİŞEN COĞRAFYA VE MİRYOKEFALON SAVAŞI”
Türklere Anadolu’nun
Tapusunu Kazandıran Savaş Nerede Yapıldı?
“Malazgirt Zaferi Türklere Anadolu’nun kapılarını açmış,
Miryokefalon Zaferi ise tapusunu vermiştir” denir. “Miryokefalon”, bugünkü
Isparta ilimize bağlı Gelendost İlçesi civarında, o zamanki sahipleri olan
Bizanslılarca verilen bir yer adı. Burada, Anadolu Selçuklu Sultanı 2.
Kılıçaslan ile Bizans İmparatoru 1. Manuel arasında 1176 yılında yapılan savaş,
Türklüğün kaderi üzerinde büyük rol oynayacaktı. O savaş kaybedilseydi belki
Anadolu’da böylesine kök salınamayacak; Avrupa içlerine, Asya’nın başka
yerlerine ve Afrika’ya uzanan muhteşem Türk asırları bir hayal olmaktan öteye
geçemeyecekti.
“Türkler, tarih yapmaktan tarih yazmaya vakit
bulamamışlardır” denir, doğrudur. Tarihimize ait bilgilerin çoğunu ne yazık ki
yabancı kaynaklardan, onların aktarmaları ve yorumları doğrultusunda
öğrenebiliyoruz. Yazılanları da okuyup araştırmadığımız için kavram
kargaşasından bir türlü kurtulamıyor, sağlıklı bilgilere ulaşamıyoruz.
“Kitapları -iç - dış bağlantıları, reklâmı ve
destekleyicileri dolayısıyla- çok satan ama az okunan” yazarımızın bir eseri,
“Bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesiyle başlıyordu. İnşaat Mühendisi,
araştırmacı, iyi insan, iyi dost Ramazan Topraklı da, doğup büyüdüğü
memleketinin tarihi ile ilgili araştırma yapmak üzere harekete geçtiğinde,
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nce yayınlanan 438 Numaralı, Muhasebe-i
Vilayet-i Anadolu isimli eserde geçen bir ibareden yola çıkarak yaptığı
araştırma sonunda yalnızca hayatını değiştirmekle kalmıyor, gizli kalmış tarihi
gerçeklerden birini ortaya çıkararak büyük bir iş başarıyor. Bu ibare, “Afşar
Kazası’na bağlı Yenice Köyü Köprüsü”dür. Bölgedeki başka köprüler söz konusu
eserde belirtilmezken bu Yenice Köprüsü’nün önemi nedir? Üstelik Ramazan Bey o
bölgedeki yol yapım çalışmalarında Şef Mühendis olarak çalışmışken ve defalarca
bu köprüden geçmiş olmasına rağmen tarihi bir değer taşıdığını nasıl
anlayamamıştır? Yeniden bölgeye gider, güngörmüş ihtiyarlarla görüşür, başka
kaynaklara müracaat eder ve daha neler neler öğrenir…
Bugün haritalarda “Üğirdir Gölü” olarak gördüğümüz
“8” şeklini andıran gölün meğer bir zamanlar iki ayrı göl olduğunu, aralarında
bir akarsuyun bulunduğunu, o su üzerinde bir köprü bulunduğunu, zaman içerisinde
suların yükselmesi ile akarsu yatağı ile köprünün sular altında kalmasıyla iki
gölün birleştiğini öğrenir ve bir mühendis olarak tespitlerde bulunur.
Hadi bunlar olağan şeylerdir ve tabiat olayları pek
çok yerde benzer değişiklikler yapmıştır. Ancak, bölgede tarihin akışını
değiştiren bir olay vuku bulmuşsa durum değişir. Türklüğün kader çizgisini
doğrudan etkileyen ve dolayısıyla dünya nizamına tesir eden ve tarihe
“Miryokefalon Savaşı” olarak geçen o büyük ve önemli olayın yeri konusunda
tarihçiler tam bir tespitte bulunamamışlardır. Çünkü bugün artık Eğirdir Gölü
olarak bildiğimiz gölün “Hoyran” olarak adlandırılan üst ve küçük ölçekli bölümü
ile Eğirdir tarafındaki ana bölümün bilinmeyen bir zamanda birleşerek yekpare
hale gelmesi tarihçileri şaşırtmış olmalı. Bu sebepledir ki, savaş yeri olarak
tarihçiler genellikle Eğirdir’e göre gölün sol tarafında kalan ve o sıralarda
Bizanslıların elinde bulunan Miryokefalon’u işaret etmektedirler. Bu yeri,
Denizli’nin Çivril kazası olarak belirten tarihçiler de vardır. Oysa bölgeyi
yakından tanıyan Ramazan Topraklı, “Savaşın yerini gerçeğe en yakın olarak
belirleyen” tarihçiler olarak Prof. Dr. Osman Turan ve V. M. Ramsay’ı işaret
ettikten sonra mütevazı bir şekilde, “Bizim yaptığımız şey, onların ortaya
koyduğu tasarımı tatbikatçı bir mühendis gözüyle araziye uygulamaktan ibaret
olmuştur.” Diyor. Topraklı, bizzat savaşın tarafı olan ve Prof. Dr. Abdülhaluk
Çay’ın, “Anadolu’nun Türkleşmesi’nde Dönüm Noktası” isimli eserinde yer verdiği
Manuel’in konuyla ilgili mektubunda dile getirilen hatıralarındaki anlatımlarla
ve orada geçen yer adlarını tarihi seyrinden alıp günümüze uyarlayarak da bu
iddiasını pekiştiriyor.
Kısacası, 66 yaşın olgunluğunda büyük bir iddia ile
ortaya çıkan, iddialarını haritalarla, yer adlarıyla, resimlerle, kaynaklardan
aktardığı bilgilerle, mahallinde yaptığı araştırma ve incelemelerle, dinlediği
hatıralarla zenginleştirip belgeleyen Ramazan Topraklı önemli bir iş başarmış ve
tarihçilere ufuk açmıştır. Bu konuda üniversitelerimize ve tabii ki
tarihçilerimize görev düştüğünü hatırlatarak, “Değişen Coğrafya ve Miryokefalon
Savaşı” isimli eserinden dolayı Ramazan Topraklı’yı tebrik ediyorum.
…………………..
İlgilenenler İçin Not: ramazantoprakli@yahoo.com
GSM: 05334669705
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2008, Cilt:28, Sayı:252
Osmanlı devletinin tasfiyesiyle sonuçlanan 20. yüzyıl
Türk tarihinin iyi anlaşılabilmesi için birçok iç ve dış faktörün yanı
sıra imparatorluğun kaderini şekillendiren en önemli şahsiyet olan Enver
Paşa’nın sağlıklı bir tahlili elzemdir. Zira Enver Paşa; karakteri,
yaklaşımları ve faaliyetlerindeki sıra dışılık sebebiyle çok az
anlaşılabilmiş, birçok insan farklı sebeplerle onun hakkında yanlış ve
haksız peşin hükümlere sahip olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa’nın “Enver
bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır. Bunun ortasını
tarihe bırakalım” değerlendirmesini yaptığı Enver Paşa’nın tarifi zor
dünyasını Nevzat Kösoğlu Şehit Enver Paşa adlı hacimli kitabında
layıkıyla değerlendirmektedir. Enver Paşa ve döneminin ileri
gelenlerinin anılarını, yapılan bütün çalışmaları ve kaynakları titiz
bir şekilde karşılaştırmalı olarak inceleyen ve değerlendiren Kösoğlu,
kitabında Enver Paşa hakkında ileri sürülen her iddianın sıhhatini
sorgulamakta, okuyucuya yeni ufuklar açmaktadır.
Nevzat Kösoğlu kitabının mukaddimesinde şu hususları vurgulamaktadır:
“Osmanlı’nın
çöküşü de kuruluşu gibi bir destandır. Çöküşün kahramanları olan neslin
bayraktarı Enver Paşa’dır. Onların varlığıyla İmparatorluğun çöküşünü
birlikte düşünmek şaşırtıcıdır ve haksızlık gibi görünür. Onların
yürekleri dağ gibiydi; hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı.
Yüce Devlet’i, ülkesi ve milletiyle kurtarmak için kendilerini ateşlere
atarken, her biri İmparatorluğun bir uzak köşesinde, bütün Müslüman
dünyayı kurtarmayı düşlüyor ve bunun heyecanı ile sarsılıyorlardı. Büyük
düşünmek, büyük rüyalar görmek büyük zamanların görüntüleridir. Oysa
bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerindeki ve kafalarındaki
büyüklükleri terk etmiyorlardı.
Sonra, Anadolu’ya çekildik. Artık
onları anlamak zorlaştı. İnsanlarımızda yürekler daraldı, ufuklar
kapandı; araya anlamsız siyasi endişeler girdi. Erzurum’u, Sarıkamış’ı
“Turan” zannedip Enver Paşa’yı, “askerlerimizi Turan yolunda
kırdırmakla” suçladık. Oysa, dedelerimiz Irak’ta, Filistin’de,
Kafkaslar’da, Çanakkale’de vatan topraklarını savunuyorlardı. İngiliz
ordularının buralarda ne aradıklarını sormak yerine, onların yüce
makamlarını tartışmaya açtık…
Enver Paşa o mübarek neslin başbuğu idi.”
Şehit Enver Paşa
üç ayrı bölümden meydana gelmektedir. İlk bölüm, Enver’in beylikten
paşalığa uzanan öyküsünü anlatmaktadır. Burada işlenen, tarihe asıl
izini Paşa sıfatıyla bırakacak olan Enver karakterinin oluşum
safhasıdır. Abdulhamid yönetiminden kurtulma fikri, tüm İttihat Terakki
mensupları gibi Enver Bey’in zihninden çıkmaz. Bu fikre göre, Devlet-i
Aliyye’nin Batı karşısındaki sürekli ezikliğine son vermek, yalnızca
Abdulhamid’in tahttan indirilerek meşrutiyet rejiminin geri getirilmesi
ile mümkün olabilecektir. İmparatorluğu oluşturan her millete ait
temsilcilerden mürekkeb bir Meclis idaresi kurtuluşun yegane ilacıdır.
Yakın bir gelecekte ne tür felaketlere yol açacağı tecrübe edilecek olan
bu fikre aşırı inanmışlık, Enver Bey figürünü erken yaşında karşımıza
çıkarmıştır. Kösoğlu, Enver ve arkadaşlarının Abdülhamid yönetiminin
tasfiyesi eksenli çabalarının doğurduğu olumsuzlukları da göstermekten
geri durmamaktadır.
Onun kabına sığmaz ve korkusuz karakterinin,
kurtuluş kapısı olarak gördüğü meşruti yönetime olan adanmışlığı ile
birleşmesi, tarihimize II. Meşrutiyet olarak kaydedilen büyük hadisenin
en önemli faktörlerinden birisi olacaktır. Haziran 1908’de dağa çıkarak
sahip olduğu her şeyden ve geleceğinden vazgeçen Binbaşı Enver, bir ay
sonraki Devrimin kıvılcımını çakan hareketi başlatmakla hürriyet
kahramanı ünvanına sahip olmuştur. Enver Beyin, meşrutiyet rejiminin
tesis edilmesini sağlamak için dağa çıkarken Allah ve Peygamber’in
yardımını dilemesi ve içinde bulunduğu tevekkül hali, kendisini iteleyen
motifleri iyi analiz edebilmemiz için önemlidir. Kösoğlu, eser boyunca
Enver Paşa’nın eylemlerinin ardında saklanamayacak kadar güçlü bir iman
duygusu olduğunu bize sık sık gösterecektir.
Kösoğlu, Enver’in daha
bey iken paşa gibi ilgi ve hürmet gördüğü Trublusgarp günlerini de bu
ilk bölümde anlatmaktadır. Trablusgarp’a Enver Bey ile birlikte başta
Kurmay Kolağası Mustafa Kemal olmak üzere, Albay Neşet Bey, Fethi Bey
(Okyar), Eşref Bey (Kuşçubaşı), Nuri Bey (Enver Bey’in kardeşi),
Süleyman Askeri Bey ve Halil Bey (Enver Bey’in amcası) gibi birçok
idealist genç subay da gitmişti. Hakikaten, Trablusgarp müdafaası,
arkadaşları ile birlikte Enver Bey’in arzularını gerçekleştirmek için
ihtiyaç duyduğu gücü kendisine sağlayacak olan iki önemli başarıdan
birisidir. Kitapta yer alan zengin bilgiler, Enver Beyin burada verdiği
mücadelenin gerçekten ne derecede önemli olduğunu göstermektedir.
1908’de Osmanlıyı kurtarmak hayali uğruna her şeyinden vazgeçerek dağa
çıkan Enver Paşa, Ekim 1911’de, mümkünse İtalyan işgalini sona erdirmek,
değilse Osmanlı’nın şerefini kurtarmak adına, İmparatorluğun resmen
gözden çıkarmak zorunda kaldığı Trablusgarp’a, yine her şeyinden
vazgeçerek gitmiştir. Kösoğlu, Enver Bey ve arkadaşlarının
Trablusgarp’ta yokluklar içinde neler başarabildiğini göstererek bizlere
adeta mesaj vermektedir.
Kitabın ikinci bölümünde, Enver Bey artık
Enver Paşa olarak karşımıza çıkmaktadır. O artık Başkumandan Vekili,
Genelkurmay Başkanı ve Harbiye Nazırıdır ve İmparatorluğun en zor
günlerinin sorumluluğunu üzerinde taşımaktadır. Bu zor günler
İmparatorluk gibi Paşa’nın da bahtını değiştirecektir. Paşa’ya yönelik
en ağır eleştiriler de bu dönemdeki faaliyetleri ile ilgilidir. Birinci
Dünya Savaşı ve Sarıkamış faciası gibi olaylarla ilgili Paşa’ya yönelik
eleştirileri ayrı ayrı ele alan Kösoğlu, farklı kaynaklardan
karşılaştırmalı alıntılarla bu eleştirilerin sıhhatini incelemektedir.
Bu incelemeler, Birinci Dünya Savaşı’na girişimizin kaçınılmaz olduğunu,
Sarıkamış faciasında ise Enver Paşa’nın planının uygulanmamasının
felaketi getirdiğini göstermektedir.
Bu bölümde Kösoğlu’nu,
İmparatorluğun dört bir ucunda Enver Paşa’yı takip ederken buluyoruz.
Paşa, sahip olduğu yetkilerin doğası gereği İstanbul’da kalmak yerine
savaşın her cephesinde bulunmaya çalışmıştır. Kafkas Cephesinde komutayı
bizzat üstlenen Paşa; Galiçya, Çanakkale ve Arap topraklarındaki
cephelere ziyaretlere bulunarak yerinde denetim yapmakta ve ziyareti ile
askere moral vermeye çalışmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’nın
yenilgiyle sonuçlanması ile ülkeyi terk eden Enver Paşa Kösoğlu’nun
özenle göstermeye çalıştığı gibi, bu terk ediş bir kaçış değil, aksine
bir kurtuluş planıdır Enver Paşa için. İngiliz işgaline karşı Sosyalist
Rusya’nın desteğini arayacak, Türk ve Müslümanları harekete geçirecek ve
böylelikle 400 milyonluk İslam alemini İngiliz sömürgesinden
kurtaracaktır. Bu amaçla Moskova’ya ulaşmaya çalışan Paşa türlü
badireler atlatmıştır. Aylarca hapiste kalmış, birkaç defa uçağı düşmüş
ve geçimini sağlamak amacıyla hapishanede resim yapıp satmak zorunda
dahi kalmıştır. Belgesellere, filmlere konu olabilecek maceralar
yaşamıştır.
Bu niyetlerle yola çıkan Enver Paşa’nın, Anadolu’da Milli
Mücadele başarı kazandıkça, nasıl istenmeyen adam haline geldiğini de
görmekteyiz Kösoğlu’nun kitabında. Yazarın da belirttiği gibi, Mustafa
Kemal liderliğindeki Milli Mücadelenin başarıya ulaşması için halk ve
asker arasında hala güçlü olan Enver Paşa figürünün yaratabileceği
tehlike bertaraf edilmeliydi. Bunun böyle olması gerektiği Enver Paşa ve
yakınları tarafından da biliniyordu. Nitekim, Sakarya zaferine kadar
kendisine ihtiyaç duyulabileceği endişesiyle Anadolu ile irtibatını
koparmayan ve elinden gelen her şeyi yapan Paşa, zaferden sonra ülkesine
dönme hayallerini terk etmiştir. Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal
Paşa ve çevresinin başta Enver Paşa olmak üzere ittihatçılarla
ilişkileri özel bir öneme sahiptir. Kösoğlu eserinde bu ilişkileri bütün
boyutları ile ortaya koymakta, yanlış algılamaları izale etmeye
çalışarak okuyucuya yeni bakış açıları kazandırmaktadır.
Son bölümde
Paşa’nın şahadeti ile sonuçlanan Türkistan günlerini okuyoruz
Kösoğlu’nun kaleminden. Bu büyük devlet adamı, elinde kalan son paye
olan Dâmâd-ı Halifetü’l-Müslimîn sıfatını da Türk ve İslam aleminin
istikbaline vakfetmiş, bu uğurda hiç bilmediği bir coğrafyada ruhunu
teslim etmiştir. Kösoğlu göstermektedir ki Paşa, din ve milletini kendi
ailesinden bile öncelikli görecek bir adanmışlığa sahiptir ve bu uğurda
esirgeyecek hiçbir şeyi yoktur. Enver Paşa’nın şahadete giden
mücadelesini okuduğumuzda, Kösoğlu’na kitabına Şehit Enver Paşa
ismini verdiren duygu selini içimizde hissediyor ve o varlığını
kardeşlerinin varlığına hediye ederek ölümsüzler diyarına yol almıştır.
Bitmeyen
bir enerji ve mantığın sınırlayamadığı bir hayal dünyası, kendine güven
duygusu, ben merkeziyetçi, korkusuz, sabırsız, hırslı ve gururlu bir
tabiat ile sabır ve mücadelenin gücüne olan derin inancın terkibi olarak
tanımlanabilecek olan Enver Paşa’nın bu mizaç zenginliği, kendisi
hakkındaki tahlillerde psikolojik unsurların öne çıkmasına sebep
olmuştur. Kösoğlu, kitabının özellikle ilk bölümlerinde, Paşa’nın
tecrübe ve bilgi eksikliklerini belirtmekten geri durmamıştır. Bununla
birlikte, onun erdemlerini, ideallerinin büyüklüğünü ve
serdengeçtiliğini de eserinde sık sık vurgulamıştır.
Kösoğlu, kitap
boyunca bir hususu özellikle vurgulamaya çalışmıştır ki kanaatimizce
Paşa’nın şahadetiyle bize bırakmak istediği mesajı bu vurgulamada
bulabiliriz: Enver Paşa, hayallerini hiçbir zaman Anadolu coğrafyası ve
insanı ile sınırlandırmayacak bir enginliğe sahip olmuştur. Mondros
Mütarekesi sonrasında Anadolu’yu terk ettikleri zaman Talat Paşa artık
siyasi hayatlarının sona erdiğini söylediğinde, ona karşı çıkarak geniş
bir mücadele alanı sunmuştur ki bu alan tüm Türk ve İslam alemini
kapsamaktadır.
Enver Paşa ve nesli Türk tarihinin belki de en ağır ve
zor bir çeyrek yüzyılının sorumluluğunu omuzlayıp, hayatlarını
avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı
olamadılar. Hata Osmanlı devleti onların kollarında can verdi. Ama
Cumhuriyet de onların kollarında doğdu. Kösoğlu’nun çok güzel tespit
ettiği üzere “O son Osmanlı kuşağı, Mustafa Kemal Paşa’da milli
gerçekçiliği, Enver’de milli ülkücülüğünü yaşıyordu.”
Enver Paşa
hakkında çoğu propaganda mahsulü bilgilerimizi gözden geçirmemiz
gerektiğini bizlere tekrar hatırlatan, Paşa ve döneminin sağlıklı bir
şekilde değerlendirilmesine büyük bir katkı yapan Nevzat Kösoğlu’na
teşekkür ediyorum. Yine oldukça hacimli olan eserini bıkmadan ve
yorulmadan okumamızı sağlayan üslubunun hak ettiği özel takdiri
okuyucuların vereceklerinden eminim.
* Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, Ötüken Neşriyatı, İstanbul, 2008, 640 s.
**(Doç. Dr. Devlet Arşivleri Genel Müdürü)
----------------------------------------------------------------------------------
http://www.yusufiye.net/modules.php?name=News&file=article&sid=48
"ÜLKÜCÜLERİN HAYATI BAMBAŞKADIR.
SÖZLÜKLERİNDE RAHATLIK KELİMESİNİN YERİ YOKTUR.
DAİMİ BİR MÜCADELE İÇİNDE ÖMÜR TÜKETİRLER.
HEMEN HERKESLE, HERŞEYLE ZAMAN ZAMAN ÇATIŞTIKLARI GÖRÜLÜR.
ARKADAŞLARI İLE AİLELERİ İLE HATTA SEVDİKLERİ İLE..."
Bu eserde, büyük ülkücü Galip Erdem`in hayat hikayesi
anlatılıyor. Yazar Osman Oktay, "Kendini Unutan Adam" ın, "BİR
ÜLKÜCÜNÜN ROMANI" olduğunu söylüyor. Ama ne mükemmel bir roman. Bu
kitabı, yaşı ve mevkii ne olursa olsun her Türk`ün, her Türk
milliyetçisinin, her ülkücü adayının ve her ülkücünün mutlaka ama
mutlaka okuması gerekir.
"KENDİNİ UNUTAN ADAM" adlı bu çok kıymetli
eser, Şubat 2004 tarihinde yayınlanmış. Yani seneler sonra okuyoruz.
Affet bizi Galip Ağabey, affet bizi Osman Oktay Kardeşim.
Yazar,
eserin "belgelere" ve dolayısıyle gerçeklere dayalı olarak kaleme
alındığını, haliyle muhayyilenin geri çekildiğini ifade ediyor. Oktay
Kardeşimiz bu mevzua şöyle devam ediyor: " Kahramanlar veya ismi
geçenler gerçek kişiler ve gerçek isimler. Olaylar yine öyle... Onun
için bu kitap bir bakıma Türkiye`deki Ülkücü Hareketin kısa bir
tarihçesi olma niteliğini de taşıyor.
Bir de, "ülkücülük" için
ileri - geri konuşanlar, onun bunun fiil ve davranışlarına bakarak
"ülkücü"yü ve "ülkücülük" kavramını karalayıp dışlamaya kalkanlar, bu
kavramı bazı çetelerle ve ortaya çıkan birtakım "baba"larla
özdeşleştirme gayretinde olanlar "Kendini Unutan Adam"ı mutlaka
okumalıdırlar diyorum. Okusunlar ki, "ülkücü" kimdir, kim değildir,
nasıl ülkücü olunur, her önüne gelene "ülkücü" denir mi, denmez mi,
öğrensinler..."
YAZI HAYATI
" Tercüman,
1960lı yılların popüler gazetelerinden biriydi. Otuz yaşında iken bu
gazetenin birinci sayfasında yazılar yazmaya başladı. Yazıları ilgi ile
okunuyordu. Galip Erdem imzalı yazılarına ise 13 Ağustos 1961 tarihinde
başladı."
Hayatının her safhasında olduğu gibi Ankara Hukuk
Fakültesinde de lakabı "Dahi Galip" olan Ülkücü Galip Ağabey, aşırı
derecede de mütevazı idi. Bir yazısında yer alan şu ifade, kendisini ne
kadar güzel anlatıyor: "Fani aleme veda edenleri rahmetle, yaşayanları
hürmetle anıyorum. Ehliyet ve kifayetlerinden elbetteki çok uzağım. Ama
gene de Maddecilerin EN USTASI olmaktansa; bir ömür boyu ÜLKÜ ERLERİNİN
PEŞİNDEN GİTMEYİ, - hatta ifademi mazur görünüz - HEP " ÇIRAK " KALMAYI
tercih ederim." Galip Erdem, işte bu!.. Yerine göre "ağabeyimiz", yerine
göre "babamız" ve yerine göre avukatımız olan Büyük Ülkücü Galip Erdem
Ağabeyimiz, işte bu!..
Yazılarını çok beğenen Tercüman okuyucuları
Galip Erdemin üslubunu, Peyami Safanın anlatış tarzına benzetirler.
Yazarımız Osman Oktay, Galip Erdem için: " Onun kalemi hiç sürçmedi.
Belki inandıklarının hepsini yazamıyordu ama inanmadıklarını asla
yazmıyordu" diyor. Çok doğru. Sıradan bir cümle gibi ama hiç değil; çok
zekice bir söz.. Sevgili Oktay, Galip Erdem ağabeyimizin bu
meziyetinden dolayı, altı yılda beş gazete değiştirdiğini de ilave
ediyor.
"Kendini Unutan Adam" adeta, ünlüler resmi geçiti gibi. Şimdilik üç ünlümüzün görüşlerinden birer - ikişer cümle aktaralım:
Sayın Nuri Gürgür: " Müthiş zeki bir insandı. Bu zekayı tamamlayan
güçlü bir hafıza, derin bir dikkat ve muhakeme kudreti vardı."
Sayın Sadi Somuncuoğlu: "Kırk yılı aşan bir zaman dilimi içerisinde
yetişen nesillerin Türk milliyetçiliği ülküsünün doğru olarak
kavranmasında tasavvurları aşan hizmeti olmuştur."
Sayın Yavuz
Bülent Bakiler: "Başkalarının disiplinine girmeyen, ama kendi
disiplininden de taviz vermeyen Galip Erdemin "gazetecilik dönemi" Onun
yaşayışında hiç bir şeyi değiştirmedi. "Bir lokma, bir hırka" misali
derviş gibi geliyor, derviş gibi gidiyordu. Hatta gelip gitmiyor, -
bekar ve evsiz olduğu için - gazete bürolarında yatıyordu."
"DAHİ GALİP"İN UYKUSU AĞIRDI
Kitaptan öğreniyoruz ki, "Dahi Galip" zaman zaman, "iki odalı mütevazı
evlerde" de oturuyor. Kaldığı mekan, gazete büroları da olsa, iki odalı
mütevazı evler de olsa, gazetede yer alacak yazıyı almaya gelen
gençler, Galip Ağabeyi bir türlü uyandıramazlarmış. Söz Sayın Oktay`da
"Hasbelkader uyanıp kapıyı açsa bile yine doğru yatağına gider, yazı
taleplerine yorganın altından cevap verirdi: "Toz ol git! Yazı mazı
yok.. " veya: "Defol git! Hastayım, yazı yazamam!.."
Kitaptan
öğreniyoruz ki, rahmetli Erdem`in böbrek sancıları tutuyormuş ve "Dahi
Galip" bu rahatsızlığından dolayı hayli sıkıntı çekiyormuş. Böyle yazı
alınmadığı dönemlerde "İbrahim Ağabey metodu" devreye girermiş. Bu
metodu, Osman Oktay`dan dinleyelim:
"...İbrahim Bey (Metin) on
parmak daktilo yazdığı için Meriç`i yanına alır ve kırk altı veya elli
altı model arabasıyla Gazi Osman Paşa yolunu tutardı. Kendisinde Galip
Ağabey`in kapı anahtarı olduğu için içeri girmesi gençlerinki kadar zor
olmaz, yatağın başına geçince de "Ağabey, söyle!" diye başlardı."
NİŞAN MESELESİ
"Şadi Pehlivanoğlu, İstanbul`da bir ara parmağındaki nişan yüzüğünü
görünce sordu: "-Hayrola Galip, bu nedir?" "-Babam nişanladı!" Aradan
bir süre geçti, nişan yüzüğü yoktu.Şadi Pehlivanoğlu yine sordu: "-Yüzük
ne oldu?" "-Nişanlım, nişanlandı!"
DÜNDAR TAŞER`DEN BİR İBRETLİK
"... 1960 harekatının ikinci günü İstanbul`dan bir profesörler heyetini
davet ettik. Onları hürmetle ayakta karşıladık. Gelir gelmez, "Aç
olduklarını" söylediler. Biz de açtık ama yemeği düşünmemiştik." (...)
"Yemekleri yedikten sonra, "Bize bir Anayasa yapın" teklifinde bulunduk.
Onlar, "Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz?" diye sordular. İşte bu sual
beni uyandıran bir cümle oldu."
MERAL HANIM, GALİP BEY ÇİFTİ
"Meral Hanım nasıl bir adamla evlendiğini tam olarak bilmiyordu ama
anlamakta gecikmedi. Kocası daha ilk günlerde kendisini iyice tanıttı:
"Bak kızım... benim bir çok mesleğim vardır. Avukatım, yazarım, başka
işlerde yaparım. Ama asıl mesleğim vatan kurtarmaktır. Bunlardan sıra
kalırsa sana da bakarım!" Vatan kurtarmak, yani ülkücülük..."
YÜCEL HACALOĞLU VE "DAHİ GALİP"
Bu paragrafta çok çarpıcı. "Yücel Hacaloğlu Onu 1955 yılında,
üniversiteye adım attığı günlerde tanımıştı. Karşısında 45-50 kiloluk
sıska bir adam vardı ve bu adam her şeyi biliyor, her şeyden anlıyor,
halini inkar edercesine güzel konuşuyordu. Öyle ki, verdiği bazı
bilgilerin doğru olup olmadığını kontrol etmek için ansiklopediler
karıştırıp sağlamasını yapma gereği bile duydu. Anladı ki; spordan,
tarihten, kültürden, dinden.. her ne söylüyorsa hepsi de doğru. Onunla
çok iyi dost oldular."
ALPARSLAN TÜRKEŞ, GALİP ERDEM VE MHP
"Alparslan Türkeş, Galip Erdem`i önceden biliyordu, çünkü; gazetelerde
çıkan yazılarını takip edip "İşte yeni bir Peyami Safa doğuyor"
diyenlerden biriydi." (...) 1969 seçimlerinde artık CKMP yok, MHP vardı.
Bu süreçte ve MHPnin adına layık şekillenmesinde Galip Erdem`e büyük iş
düştü. Liderin konuşmalarından partinin el kitaplarına kadar her şeye
emek verdi."
MHP`Lİ OLDUKLARI İÇİN TÜRKÇÜLER DERNEĞİNDEN İHRAÇ
Osman Oktay`dan Allah razı olsun. Bilmediğimiz veya unuttuğumuz bir çok
hadiseyi gün ışığına çıkarıyor. Bir çarpıcı ve düşündürücü olay daha:
"Yalnız, üzücü olayların ardı arkası kesilmiyordu. Dündar Taşer`in
toprağa verildiği günlerde önce Galip Erdem, Sadi Somuncuoğlu ve İbrahim
Metin, daha sonra da Cezmi Bayram, Acar Okan, Galip Çaka, Haluk
Karamağralı ve Necdet Özkaya gibi isimler Türkçüler Derneğinden ihraç
edildiler. Adı geçenlerin ortak özellikleri MHP ile bağlantılı olmaları
(..) idi."
MAMAK YOLLARINDA
Hiç mübalağa
etmiyorum: Bu bölümü ben anlatamam. Bu kısım ancak okunur. Mamak dönemi
yaşanır. Ülkücülerin çektiği ızdıraplar, mağduriyetler, mahrumiyetler..
ancak hayal edileblir.. ancak hissedilebilir.. Hiç bilemeyiz; belki de
Cenab-ı Allah Galip Erdem`i Mamak yollarında Ülkücü Gençlere; Ülkücü
Gençlerin analarına, babalarına, eşlerine, çocuklarına cefakarane,
fedakarane yardım etsin diye yaratmıştır, kim bilir?
Canım, ciğerim
Galip Ağabeyimin Mamak mağdurları için yaptıklarını bir kişi, beş
kişi.. bin kişi yapamazdı. Ama Galip Ağabeyim yaptı. Hiç kimseyi
üzmeden, hiç kimseyi kırmadan, herkesten dua alarak o işin üstesinden
geldi. Biz bilemeyiz, Cenab-ı Allah bilir. Acaba diyorum: Başta canım
ciğerim Galip Erdem Ağabeyim ve canım ciğerim bir çok ülkücünün cennete
gitmeleri için mi 12 Eylül harekatı yapıldı? Biz bilemeyiz. Yüce Mevlam
bilir.
GALİP AĞABEYİMİN KIZI BİLGE HANIMIN ACI HAYALİ
"Bilge, o sahneyi bir daha yaşadı ve "Yoksa babamın sırası mı geliyor?"
diye düşüncelere daldı. Şimdi kendisinde değildi artık; hayal mi gerçek
mi olduğunu bilmediği, bilemediği sahneler geçiyordu gözlerinin
önünden. Kocatepe Camiinin o kocaman avlusu bir cenaze namazı için
dolup taşmıştı. İmam Efendi cemaate seslendi:"-Rasim oğlu Galip Erdem`i
nasıl bilirsiniz?" Binlerce ses birden haykırdı:"-İyi biliriz!"
"-Hakkınızı helal ettiniz mi?" "-Ettik!" İmam Efendi bu soruyu üç defa
sordu ve binlerce sesten üç defa aynı cevabı aldı: "-İyi biliriz!.."
Sonra tabut ellere, ellerden omuzlara, omuzlardan göklere doğru
yükseldi, yükseldi, kaybolup gitti..."
Mekanı cennet olsun. RUHU İÇİN FATİHA !..
Kendini Unutan Adam / Osman OKTAY
YENİ AVRASYA YAYINLARI / Ankara
-----------------------------------------------------------------------------------
Son yıllarda Türkiye kendisini küresel hakimiyet kavgasının merkezinde buldu. Osmanlı devletinin yıkılmasıyla misak-ı milli sınırlarına çekilmek zorunda kalan Türkiye, başındaki belalı bütün problemleri bir kenara bırakarak yönünü Batı medeniyetine dönüp, ülkeyi çağdaşlaştırma hedefine doğru yürümeye çalıştı. Bu süreçte değişime uğrayan sosyal ve zihniyet yapısıyla görmezden gelmeye alıştığı problemler, zamanın şartlarına göre tekrar acı bir şekilde karşısına çıkmaya başladı. Bu problemler aslında doğrudan kendisiyle ilgiliydi ve tarihsel olarak kendi parçasıydı. Kerkük ile Antep arasında, İskeçe ile Edirne arasında, Üsküp ile Bursa arasında ayırt edilemez bağlar olduğu yaşanan olaylarla tekrar gün ışığına çıkmaya başladı. İşte en sıcak atmosfer içinde kaynamaya devam eden bölgede Kerkük Türkmenleri son yıllarda cılız bir şekilde anılmaya başladı. Nedense bu konuda duyarlı olmak için gösterilecek tavırlarda hala bir suçlu psikolojisi hakim. Acaba Kerkük Türkmenlerine sahip çıkarsak yine faşist ve Turancı mı derler?
Ali Kerküklü, “Oyun İçinde Oyun Kerkük” adlı kitabında bölgede oynan oyunları gözler önüne seriyor. Türk kamuoyunun artık komplekslerinden kurtularak bu bölgeden gelen feryatlara kulak vermesi gerekli. Irak’ta neler oluyor? Kürt aşiretleri neyin peşinde? Küresel oyunun senaryosu nerede yazılıyor, kimlere oynatılıyor? Görünen veya gizlenen gündem ve kurgular neler? Körüklenen ve gittikçe yayılan ateş nereleri etkisi altına almakta ve tehdit etmekte? Bizi Irak meselesi, Kürt devleti ve Kerkük Türkmenleri ne kadar ilgilendirir? Gibi bir seri soru yığını zihnimizi meşgul ediyor. Bu sorulara Türk aydınları ve Türk kamuoyu bütün önyargılarından arınarak cevap aramalıdır. İşte bu sorulara yangın yerinden cevap teşkil edecek bir çalışma elimizde.
Yıllardan beri Irak’ta olup bitenler ve Saddam rejiminin zalimliği Türk milliyetçilerinin yabancısı olduğu bir konu değildi. Bir kısım Türk aydını ve yöneticisi bunu çoğu zaman görmezden geldi veya farkına varamadı. Irak’ta karşılaştıkları Türkmenler’e şaşkınlıkla bu kadar güzel Türkçe’yi nereden öğrendiniz sorusunu soracak kadar bilgisiz ve basiretsiz yönetimlerin bugünkü oyunlara seyirci kalınmasında ne kadar emekleri vardır merak konusudur. Halbuki problem çözmenin ve kriz yönetmenin birinci şartı doğru ve yeterli bilgi sahibi olmaktır. Türkmeneli, Kerkük, Kuzey Irak, Barzani, Talabani, Türklere ne anlam ifade ettiğinin bilinmesi gerekir. Bu konuda elimizde ciltlerce kitaplar olması gerekir. Bu bölgenin bütün ayrıntı bilgilerine sahip uzmanlar devletin politikalarını ve kamuoyunu yönlendirmesi gerekir.
Bir Irak Türkü olarak bölge hakkında dünden bugüne gelişmeleri bilimsel ölçüler içinde özetleyen ve bugünkü oyunlara dikkatlerimizi çeken Ali Kerküklü’ye bu çalışmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Okuyucu için akademik hassasiyette ve zevkle okunabilir üslupta bir eser sunan yazar, niyetini “doğup büyüdüğüm ve yaşadığım bölgede dış güçlerin oynadığı büyük oyunların, Irak’ta yaşayan insanlara ne büyük felaketler getirdiğini gözler önüne sermek” olarak açıklamaktadır. Araştırma iki bölüm halinde ele alınmış, birinci bölümde Irak’ta Türkmen varlığı tarihsel boyutuyla anlatılırken, ikinci bölümde Kürtler ve işgalci güçlerin bölgede sahnelediği oyunun hedeflerine yer verilmiştir.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
“Çiçek açar güneş soldursun diye
Ben de Türklük için kurban doğmuşum
Anamdan Tanrı’ya son bir hediye
Ben de Türklük için kurban doğmuşum
Dedem değirmenci, babam kaptanmış
Ninem tarlalarda kavrulmuş, yanmış
Bir çift ağam yurda sunulan kanmış
Ben de Türklük için kurban doğmuşum”
Milli hislerini, gençlik yıllarından itibaren şiirleriyle de ifade eden Türk milliyetçiliğinin ölmezlerinden, büyük mücadele adamı, Dr. Fethi Tevetoğlu, ölümünün 22. yıldönümü dolayısıyla emekli pilot Binbaşı Mert Gönül tarafından hazırlanan doktora teziyle bir kez daha hatırlanmış oluyor.
Dört bölümden oluşan eserin birinci bölümünde Dr. Fethi Tevetoğlu’nun hayatı ve eserleri; ikinci bölümde Türkçülüğün arka planı; üçüncü bölümde Türkçü düşünce sistemi içinde Dr. Fethi Tevetoğlu; dördüncü bölümde ise Dr. Tevetoğlu ve Türkiye’de komünizmle mücadele dönemi ele alınmaktadır.
Tahlillere, tespitlere, analizlere ve bazı hükümlere
yer verilen eseri, Türk Ocakları Ankara Şubesi yayımlamakla Türk
kültürüne yaptığı hizmetlerine bir yenisini daha eklemiştir.
Eser, her Türk milliyetçisinin kütüphanesinde mutlaka bulunmalıdır. Hararetle tavsiye ederiz.
* Türk Düşünce ve Siyaset Hayatında Dr. FETHİ TEVETOĞLU Hazırlayan: Mert Gönül, Aralık 2011, 215 sayfa.
İsteme Adresi: Türk Ocakları Ankara Şubesi Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Kutsal Apt: Nu: 55/12 Maltepe-Ankara
Tel: 231 04 97- 229 11 70