Normalleşme Mecburiyeti... Normalleşme Mecburiyeti...Başbakan Binali Yıldırım’ın göreve başlarken “dostlarımızın sayısını çoğaltıp düşmanlıkları azaltacağız” cümlesiyle formüle ettiği yeni dış politika paradigmasının uygulamalarına geçilmiş bulunuyor. Bu bağlamda İsrail ile mutabakat anlaşması imzalandı; Rusya ile ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik girişimler başladı. Örtülü diplomasi yöntemiyle benzer bir gelişmenin Mısır ile ilişkilerimizde yaşanması muhtemeldir.
Bu gelişmeler karşısında insan ister istemez düşünmeden edemiyor; Türkiye’nin dış politikasını yönetenler karar mekanizmasının başında olan siyasetçiler beş-altı yıldır ısrarla yürütülen politikaların Türkiye’yi nereden nereye getirdiğini görüyorlar mı? Samimi ve objektif bir muhasebe ihtiyacını duyuyorlar mı? Suriye olaylarının başladığı 2011’deki ortama mümkün olsa da dönebilsek diye düşünüyorlar mı?
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu ağır dış sorunların, her anlamdaki kuşatılmışlığın, Türkiye’nin büyüyüp güçlenmesini istemeyen, bizi çekemeyen dış güçlerin husumetlerinden kaynaklandığını öne sürerek, seçmen tabanından ibra alınabilir; toplumsal tepkiler bir süre için yatıştırılabilir. Ancak iç politikada etkili yöntemlerle, algı oluşturarak uluslararası ilişkilerin kendine özgü kurallarını işlemez hale getirmek mümkün değildir. Şu sıralarda bu gerçeği yaşıyoruz, reel şartların zaruri kıldığı adımları atmaya çalışıyoruz.
Ortada halen tevili imkânsız çok net bir tablo var. Beş yıldır hamaset ve hissiyat dozajı zirve yapan, ümmet coğrafyamız, medeniyet havzamız hayalleriyle, romantik heyecanlarla, İhvan-ı Müslimin muhabbetiyle beslenen dış politikamız duvara vurdu; büyük bir hasar oluştu. Bundan sonra doğru ve gerçekçi politikaların uygulanması durumunda bile zararların telafisi kolay olmayacak, epeyce zaman alacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana Dünya politikasını yönlendiren büyük güçler karşısında, hiçbir dönemde bu derece yalnız kalmamıştı. Bu durumun “değerli yalnızlık” gibi içi boş ifadelerle geçiştirilmesi mümkün olamıyor. Aynı anda hem ABD ve Rusya ile hem de AB ile ilişkilerimizde ciddi sıkıntılar, karşıtlıklar, çıkar çatışmaları yaşıyoruz. Beş yıl önce “bölge bizden sorulur, buraların oyun kurucusu olacağız” tafrasına kendisini iyiden iyiye inandırmış olan Ankara, bölgenin yüzyıllık jeopolitiği köklü şekilde değiştirilirken, masanın dışına itildiğini fark edemedi. Türkiye’yi yöneten iktidar, oyun kurucu ülke olduk iddiasıyla ekonomik ve askeri gücümüzü, siyasi imkânlarımızı, teknolojik kapasitemizi aşan bir misyon yüklenmek istedi.
Türkiye’nin, Orta Doğu gibi uluslararası rekabetin ve hâkimiyet kavgasının en yoğun yaşandığı alanla bitişik olması, bin kilometreye yakın güney sınırlarımızın durumu sorunlarımızı her açıdan büyütüyor. Üstelik Türkiye’nin bölgesel aktörlerden biri olmasını, liderlik yapmasını ne küresel güçler ne de çoğu İslâm ülkesindeki yöneticiler istemiyorlar. Arap halkları arasında farklı görüntüler olsa bile, baştaki yöneticiler neo-Osmancılık anlamına gelecek adımlar atılmasından tedirgin oluyorlar; tepki gösteriyorlar. Reel şartlar doğru değerlendirilmeli, İhvan-ı Müslimin gruplarıyla işbirliği yaparak siyasi bir sonuca ulaşılmasının mümkün olmadığı en baştan görünmeliydi.
İlk büyük yanlış 2011 ilkbaharında Suriye meselesinde BAAS rejiminin gücü, kapasitesi küçümsenerek muhaliflerin girişimleriyle sonuç alınacağı düşünülerek yapıldı. Bundan da önemlisi Moskova’nın 60’lı yılların başından itibaren Suriye’yi bölgedeki arka bahçesi olarak gördüğü, Tartus limanını askeri üssü olarak kullandığı, BAAS iktidarının yıkılmasına seyirci kalamayacağı gerçeği önemsenmedi. Kadim Pers milliyetçiliğini benimseyen, Şii’liği, mezhep faktörünü bu amaçla araçlaştıran İran’ın varlığı da hesaba katılmadı. Diğer taraftan hem Washington’un hem de İsrail’in Suriye’de İslami bir yönetim yerine seküler Şam rejimini tercih etmesi, Türkiye’yi tek başına bırakması şaşkınlıkla karşılandı.
Amerika’nın önce Irak’ın kuzeyinde şimdi de Suriye’de bir Kürt siyasi oluşumu hazırlamasının, bütün tepkilerimize rağmen PYD’ye stratejik ortak muamelesi yapmasının ne anlama geldiğini zamanında değerlendiremediğimizden engelleyemiyoruz.
Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu olaylar başladığından epeyce bir süre sonra bile Halep’te, Şam’da namaz kılmak üzere randevular verebiliyordu. Bu sırada Mısır’da Mursi’nin Cumhurbaşkanı olması izlenmekte olan politikanın başarısı olarak algılandı. Dolayısıyla askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılmasına karşı başlayan gösterilere her vesileyle Rabia işaretleri yapılarak Sisi’nin gayrimeşru olduğu ısrarla vurgulanarak destek verildi. Böylece Türkiye Mısır ilişkileri bir süre sonra buzdolabına kaldırıldı.
Op.Dr.Levent Başyiğit Türkocakları Isparta Şubesi Başkanı
|
84 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |